İslam, haksızlık karşısında sessiz kalmayı değil, aksine doğruyu savunmayı ve zulme karşı durmayı emreder. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltin, buna da gücünüz yetmiyorsa kalben buğz edin ki bu, imanın en zayıf mertebesidir” hadis-i şerifi, Müslümanlara kötülük karşısında tavır almanın bir iman meselesi olduğunu açıkça bildirir.
Ancak bu hadis, kalben buğz etmeyi bir ruhsat olarak sunarken, aynı zamanda bir sorumluluk hiyerarşisi de ortaya koyar.
Gücü, makamı, statüsü veya taraftarı olanlar için kalben buğz etmek, bir kaçış ya da kolaycılık değil, bilakis imanın en alt sınırıdır.
Günümüz siyasetinde ise bu hadisin ruhuna aykırı bir şekilde, nice cesur addedilen kişi, yalnızca kalben buğz etmekle yetinerek sorumluluktan kaçar ve imanın en zayıf noktasına razı olur.
Oysa Allah’ın bahşettiği bir kürsü, bir statü veya bir taraftar kitlesi, kişiye susma lüksü değil, haksızlığı haykırma vazifesi yükler.
Siyaset, toplumu yönlendiren, adaleti tesis eden ve haksızlığı ortadan kaldıran bir araç olmalıdır.
Ancak günümüzde, siyaset sahnesi çoğu zaman çıkar çatışmalarının, korkuların ve sessizliğin gölgesinde şekillenmektedir.
Makam sahibi olanlar, kitlelere hitap etme gücü bulunanlar veya bir topluluğun liderliğini üstlenenler, haksızlık karşısında susmayı tercih ettiğinde, bu suskunluk yalnızca bir pasiflik değil, aynı zamanda bir vebaldir.
Hadiste belirtilen “el ile düzeltme” ve “dil ile düzeltme” sorumluluğu, özellikle bu kişiler için bir seçenek değil, bir zorunluluktur.
Allah’ın verdiği makam, kürsü veya etki alanı, haksızlığı haykırmak için bir emanettir. Bu emanete ihanet edenler, “birilerini kızdırırım, sürülürüm, rızkım kesilir” korkusuyla susanlar, rüşvet alarak susanlardan farksızdır.
Zira rüşvet yalnızca maddi bir karşılık değildir; makam, itibar veya güvenlik uğruna hakikati gizlemek de bir tür rüşvettir.
Kalben buğz etmek, hadiste imanın en zayıf mertebesi olarak zikredilirken, bu durum herkes için bir ruhsat değildir.
Güçsüzlerin, çaresizlerin veya etkisizlerin kalben buğz etmesi bir mazeret olabilir; ancak bir kürsüye, bir statüye veya bir topluluğa sahip olanlar için bu, bir kaçış ve sorumluluktan feragattir.
Siyaset sahnesinde haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği gören bir lider, bir kanaat önderi veya bir yetki sahibi, eğer susmayı tercih ediyorsa, bu suskunluk onun imanını değil, korkularını ve dünyevi hesaplarını yansıtır.
Allah, rızkı verendir; makamları, kürsüleri ve taraftarları bahşeden de O’dur. Bu nimetler, bir imtihan vesilesidir. Haksızlık karşısında susmak, bu imtihanı kaybetmek demektir.
Zira suskunluk, haksızlığın yayılmasına zemin hazırlar ve zulmün ortakları arasına katar.
Bugün, nice insan makamını, kürsüsünü veya taraftarını kaybetme korkusuyla hakikati söylemekten kaçınır.
Oysa bu korku, Allah’a olan güvenin eksikliğinden başka bir şey değildir. Rızık Allah’tandır; makamlar, kürsüler ve taraftarlar da O’nun emanetidir.
Haksızlığı haykırmaktan korkanlar, yalnızca dünyevi bir kayıp yaşamaz; aynı zamanda ahiretlerini de tehlikeye atar.
Rüşvet alarak susan bir gafilden farkları kalmaz; zira her iki durumda da hakikat terk edilmiş, emanete ihanet edilmiştir.
Birileri kızar diye, sürülürüm diye veya rızkım kesilir diye susanlar, aslında Allah’ın rızasını değil, kulların rızasını arayanlardır. Bu ise imanın değil, gafletin bir göstergesidir.
Sonuç olarak, haksızlık karşısında susmak, özellikle bir statü ve kürsü sahibi olanlar için kabul edilemez bir zayıflıktır.
Hadis-i şerif, kalben buğz etmeyi imanın en zayıf mertebesi olarak nitelerken, bu mertebenin güç ve etki sahipleri için bir mazeret olmadığını vurgular.
Siyaset sahnesinde haksızlığı, hukuksuzluğu ve adaletsizliği haykırmak, Allah’ın verdiği emanetin gereğidir. Susmak, rüşvet alarak susmaktan farksızdır; zira her ikisi de hakikati gölgeler ve zulme ortak eder.
Müslüman, korkularına değil, Allah’a teslim olmalıdır.
Ancak o zaman, imanın en zayıf mertebesinden kurtulup, hakikatin cesur bir savunucusu olabilir.
Av. Ebubekir ELMALI
Hukukçu
YORUMLAR