30 yıllık meslek yolculuğumda kamerayı nereye çevireceğimden çok, ışığı nereye koyacağımı düşündüm. Işığın değil karanlığın peşinden gittim. Çünkü belgeselde asıl olan çoğu zaman gözle değil yürekle görülür. Karanlık bana daima en hakiki ifadeyi sundu çünkü görünmeyeni göstermek için önce görememeyi göze almak gerekir.
Sinema perdesinde ya da bir belgesel karesinde izlediğiniz o kusursuz görüntünün ardında çoğu zaman adı bile duyulmayan bir kahraman vardır: Görüntü yönetmeni. O, ışığın yönünü belirleyen, gölgenin şiddetine karar veren, zamanın ruhunu kadraja işleyen kişidir. Ve bazen en büyük işi, “karanlıkta görmektir”.
Peki bir görüntü yönetmeni neyi, nasıl görür? Görmenin ötesinde hissettirmenin sorumluluğu nasıl taşınır?
Karanlıkta Anlatılan Hikâyeler
Görüntü yönetmenliği, yalnızca bir kamera açısı ya da lens tercihi değildir. Aynı zamanda duygunun derinliğine ışıkla ulaşma sanatıdır. Çoğu kişi parlak sahneleri izlerken etkilenir ama görüntü yönetmenleri, karanlıkla anlatılan hikâyelerin derinliğinde büyülenir. Çünkü karanlık, ışığın anlam bulduğu zemindir.
Roger Deakins’in Blade Runner 2049’da yaptığı gibi sisli bir şehir siluetinde kaybolan neon ışıklar, yalnızlığı anlatır. Emmanuel Lubezki’nin The Revenant’ta doğal ışıkla çektiği soğuk kadrajlar, hayatta kalma mücadelesini hissettirir. Bu örneklerde “ışık” kadar, ışığın yokluğu da anlatının bir parçasıdır.
Teknik Değil Ruhsal Bir Derinlik
Görüntü yönetmenliği çoğu zaman teknik bir pozisyon gibi değerlendirilir. Oysa bu, sahneye bir ruh üflemek gibidir. Kamera hareketi, odak geçişi, renk sıcaklığı ya da karanlığın yoğunluğu hepsi birer duygusal mesaj taşır.
Bir belgeselci olarak yıllardır şunu gözlemledim: Gerçek, çoğu zaman tam aydınlıkta ortaya çıkmaz. Hayat gibi görsel anlatım da gri tonlarda saklıdır. Bu nedenle ışığı yönetmek değil karanlığı anlamak, bir görüntü yönetmeninin en büyük ustalığıdır.
Global Perspektiften Karanlığın Sanatı
Asya sinemasında karanlık çok başka bir dile sahiptir. Wong Kar-Wai’nin In the Mood for Love’da kapı aralıklarından süzülen ışığı, bastırılmış duyguları anlatırken; Türkiye’de Gökhan Tiryaki’nin Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki gece sekansları, boşluk hissini kadrajlara taşır.
Hollywood’da, film noir geleneği zaten başlı başına karanlıkla anlatıma dayanır. Modern örneklerde ise Greig Fraser’ın Dune’da gölgeyle oluşturduğu gerilim, atmosferin başrolü olur.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki karanlık bir eksiklik değil, anlatının bilinçli bir tercihidir.
Karanlıktan Korkan, Işığın Efendisi Olamaz
Bugünün kameraları, yüksek ISO değerleriyle geceyi gündüze çevirme imkânı sunuyor olabilir. Ama bu kolaylıklar, derinlikli bir anlatım ortaya koyamaz. Karanlıkla barışık olmayan bir görüntü yönetmeni, hikâyenin dramatik katmanlarını yüzeyde bırakır.
Yönetmen Alfonso Cuarón’un Roma filminde tek bir evin içinde geçen gece sahneleri, izleyiciye duvarların ardındaki çatışmaları hissettirir. Çünkü karanlık, yalnızca görülemeyeni değil hissedilemeyeni de görünür kılar.
Son Söz: Görselliğin Kalbi Işıkta Değil Gölgededir
Karanlık, çoğu zaman yönetmenin yalnızlığı ama görüntü yönetmeninin cesaretidir. Eğer bu yazıyı okuyan bir genç yönetmen, bir gece sahnesinde ışığı değil duyguyu görmeye çalışırsa… İşte o zaman, gerçekten karanlıkta görmeye başlamış demektir.
Mehmet Arif Önalan
Görüntü Yönetmeni-Belgeselci-Fotoğrafçı
Gönlüne Sağlık güzel kardeşim seninle gurur duyuyorum.Yolun açık olsun …
Başarıların daim olsun kardeşim .
Her işin gibi bu da öyle olmuş, ilham dolu bir yazı. Ellerine sağlık♥️🧿